Vakıf Başkanımız Dr. Agâh Oktay GÜNER ile yapılan, YENİSES DERGİSİ'nin

Kasım 2014 tarihli 227. sayısında yayınlanan Röportaj:





İNSAN VE TÜRKİYE'NİN KALKINMASI


YENİSES: Sayın Bakanım; söze “İnsan” ile başlayabilir miyiz?

GÜNER: “İnsan” konusu çok çetin, çok yönlü bir problemler yumağıdır. Yaratılmışların en yücesi insandır. Kur’an, kâinatın insan için yaratıldığını; yaratılmışların en şereflisi olduğunu buyuruyor. Yaradan’ın halifesi olmuş; öyle görülmüş; ama aynı insanoğlu yine mala, Evlad-ü İyâl’e olan zaafıyla çukurlardan çukurlara atılmış. Yaratılmışların en şereflisi olan insan kim ve nerede? diyorsunuz. Önce insan olduğunun farkına varmak ve “Yarabbi! Sen beni taş, toprak, hayvan, ağaç olarak yaratabilirdin; ama lütfetmiş insan olarak yaratmışsın Rabbim. Yüzümü güzel kıldığın gibi, huyumu da güzel eyle Yarabbi!” demeyi bilmek lazım. Bu topyekûn toplumun terbiyesi ile ilgili bir meseledir. Dünkü toplumumuzda aile çocuğunu “kalırsa el beğensin, ölürse yer beğensin” terbiyesiyle yetiştiriyordu. Çocuk mu aziz, terbiyesi mi aziz? sorusunun cevabı, mutlak mutlaka terbiyenin aziz olduğudur. Bugün ne görüyoruz? Lokantalarda çocuklar akıl almaz bir biçimde gürültü yapıyor, çocuk bahçesindeymiş gibi koşuyorlar. Aileler lütfen başlarını çevirip çocuklarıyla meşgul olmuyor. Dün kandil, bayram, tekke, türbe, ataların mezarları gibi kutsal mekânların ziyaretine götürülen yavrular bugün ninnisiz, ilahisiz, milli musikiden mahrum yetişiyor. Ana dillerini öğrenmeden yabancı dil öğreniyor, varlıklı ailelerin çocukları İngiliz dadıların elinde büyütülüyor. Meşhur Mürebbiye romanını hatırlıyorum. Hüseyin Rahmi Gürpınar bu eserinde “batılı mürebbiyenin” insanımızın ve toplumumuzun bünyesinde açtığı yaraları çok çarpıcı bir biçimde kaleme almıştır. Dünkü toplumumuzda bu dünyaya “âdem” olarak gelen varlığın “insan” olmaya terfi ettirilişini yoğuran, işleyen, geliştiren kültür kurumları vardı. Tekkeler devirlerinin fikir kulüpleri olarak gönüllü adam yetiştiren müesseselerdi. Anadolu’nun ve Balkanların her ilinde o beldenin manevi sultanı bir evliyanın (velînin) türbesi vardır. Bütün Evliyaullahın bildirdiği hakikat şuydu: “Dört kitabın zübdesi bir, Âdem’in insan olması hali”. Bu ne demek? İnsan elinden, dilinden, belinden insanlara zarar gelmeyen varlık demek. Bir başka ifadeyle “Müslüman” demektir. Ne yazık ki; biz İslâm’ın bir aşk, bir edep ve bir nefis terbiyesi sistemi olduğunun idrâkinden uzaklaştık. Suûdilerin, sopayla insanları namaz vakitlerinde camiye doldurmaları gibi yüce dinimizi bir despotça emirler sistemi haline getirdiler. İnsanı bulmak istiyorsak önce insanın yüceliğine inanalım ve bu yücelikte onun gerçeğini idrâk edelim.

YENİSES: ‘İsraf Ekonomisi’nden ‘Verim Ekonomisi’ne nasıl geçeceğiz ve Türk Milletini nasıl kalkındıracağız?

GÜNER: Türkiye’nin öncelikle ‘nasıl bir insan istiyoruz?’ sorusuna cevap vermesi lazım. Yetiştirilmek istenen insan tipi öncelikle tespit edilmeli ve bu insan tipinin ruh, fikir, fizik şartları ele alınmalıdır. Hiç şüphesiz bu çok ciddi bir plan ve program işidir. Serbest piyasa ekonomisi şartlarıyla eğitimi kendi kaderine terk ederseniz Türkiye’nin acıklı manzarası kaçınılmaz olur. Bir yanda o iş kolunda ihtiyacın on misli fazlalık, öbür yanda ihtiyacın çok çok altında diplomalı insan… Türkiye, serbest piyasa ekonomisi modelinin bir emperyalizm oyunu olduğunu artık görmelidir. Cumhuriyetin bütün birikimini 52 trilyona satanların bu gerçeği görmeleri, anlamaları mümkün değildir. İnsan tipinin fikri ve felsefi yapısı hiç şüphesiz bizim tarihimizde aranmalıdır.
Sokullu Mehmet Paşa bir Sırp çocuğudur. Ama bu memlekete yaptığı hizmetler, tarihe objektif bir bakışla yaklaşıldığında, ebediyen şükran duyacağımız bir yüceliktedir. O günkü Türk toplumu küçük Sokullu’yu belki 6-7 yaşında ailesinden almış, Müslüman Türk bir ailenin eğitim ve öğretimine terk etmişti. Belli yaşa gelince Enderun’a verilmiş, buradan devlet memuriyetine alınmış, sadrazamlığa, başbakanlığa kadar yükselmişti. Dün Hıristiyan Sırp ailenin çocuğunu İslâm Türk yapısına kazandıran eğitim sistemimiz bugün ne olmuştur da vatan çocuklarını diplomalarının sayısı attıkça kendi ailelerinden, kendi köklerinden koparır olmuştur. Kurtuluş sade dini eğitimle mümkün değildir. Dinin gerçeğini idrak ettiren bir eğitim sistemi yavruya insan olmanın şuurunu ve güzelliklerini verebilir. Eğitim aynı zamanda milli olmalıdır. Bir başka ifadeyle Türk dilini ve Türk tarihini gence vermeli, ona milli şuur kazandırmalıdır. Ancak böylece özlediğimiz insan tipini yetiştirebiliriz. İsraftan kurtuluşun birinci şartının planlı ekonomiye geçiş olduğunu ifade etmiştim. İkincisi insan gücü planlaması ve insanımızı israf etmemektir. Bugün yurtdışında çalışan insanlarımız var. Namuslu bir biçimde soralım. Onlarla ne ölçüde meşgulüz? Türkiye sınırları dışında yaşayan bir Türk Dünyası var. Onlarla köprüler kurduk mu, yoksa var olan köprüleri yıktık mı? Bazı siyaset adamları Gazze için gözyaşı döküyor. Acaba çok mu ağladılar da Kerkük, Musul, Telafer için bir damla dahi olsa dökecek yaş bulamıyorlar!
Türk milleti kalkınmanın bütün şartlarına sahiptir. En başta iyi eğitilmiş, dil bilen kadrolara sahiptir. Özel sektör son derece tecrübeli ve şuurludur. Bu arkadaşlarla dünya pazarına açılmak dünya pazarının talep ettiği ölçüde mal üretmek mümkündür. Demokratik planlama ile karma ekonomiyi uygulayarak sağlanan başarılar Türkiye’nin arşivindedir. Bugün bütün bu yaşanmış tecrübeler milli şuur sahibi, milletin gerçeğine inanmış, olayları tarih şuuruyla değerlendiren bir kadronun elinde hedefe ulaşır ve özlenen kalkınma gerçek olur. Efendim ne yazık ki İsraf Ekonomisini yaşıyoruz. Bugünkü anlayışla Verim Ekonomisine geçmek mümkün değildir. İsraf Ekonomisi; üretimi düşünmeyen, sadece ölçüsüz tüketimi hedef alan bir ekonomi anlayışıdır. Uygulanan budur. Ankara’da alışveriş merkezi (AVM) sayısının 35’i geçtiği söyleniyor. Küçük esnafı öldüren büyük mağazalar sadece aynı markalara hizmet ediyor. Bu mağazaların inşaatına giden servet sanayi yatırımına gitseydi, üretim artacak, istihdam sağlanacak, vergi geliri çoğalacaktı. Bilindiği gibi üretim faktörleri; emek, sermaye, iptidai madde, arazi, zamandır. Sermayenin israfı, yanlış kullanılması ekonomimize büyük kaynak kaybettiriyor. Emek israfı ise “işgücü planlaması” yapmamaktan kaynaklanıyor. “İnsan Yetiştirme Düzenimiz” diye bir sancımız vardı. Bunu tamamen unuttuk. Ülkenin muhtaç olduğu insan gücünü bilmek, ona göre eğitim kurumları açmak işin özüdür, aslıdır. Bütün eğitim sistemini; İmam Hatip okullarına dayalı hale getirecek bir siyaset takip etmek ayrı bir iştir.
Almanya’dan alınan eğitim sistemi ile Rusya teknik eğitimle kalkındı. Bu sistemde her aşamada öğrenci iş hayatına geçebilir, üretici olur. Biz düz liselerle ağırlığı sosyal ilim dallarına vererek eğitim sistemimizi verimsizliğe mahkûm ettik. Güney Kore son otuz yılda gerçekleştirdiği eğitim seferberliği ile eğitim-öğretimin bütün kademelerinde mucizeler yarattı; müspet ilim ve ileri teknoloji gerektiren bilgisayarlar, akıllı telefonlar gibi elektrik-elektronik alanındaki üstün ve göz kamaştıran başarılarıyla her eve girmeyi başardı. .

YENİSES: İnsanı Suflilikten ulviliğe nasıl yükselteceğiz?

GÜNER: Birinci ve ikinci sorularınıza verdiğim cevaplar dikkatli bir biçimde okunursa bu sorunun birinci bölümünün cevabı elbette ki hayırdır. İnka Medeniyeti tapınaklarını altından yapmıştı. Bu muhteşem maddi zenginlik İnka Medeniyetinin çökmesini önleyemedi. Firavunların ölümlerinde her birisi için yapılmış olan piramitler ve onların içine konan, dirilme halinde kullanacaklarını umdukları malzemeler bile Mısır’ı kalkındıracak düzeydeydi.
Bütün bu engin servet firavunların silinmesini önleyemedi. Osmanlı Medeniyeti 6 asırdan fazla aynı adla yaşadı. Bugün bile taze sürgünler veren dallara sahip. Çünkü Osmanlı insanı, insana hizmeti amaç edinmişti. Çünkü Osmanlı “bir kilise yıkılsa onun yerine derhal bir kilise, bir cami yıkılsa onun yerine derhal bir cami inşa ederim” diyen dini hoşgörüye sahipti. İşte onların, yani ecdadın imanı, Kur’an’ın ana mesajı demek olan “Dinde zorlama yoktur (Lâ-ikrâhe fî’d-Dîn)” anlayışına göre bina edilmiştir. Dinimizi gerçek anlamıyla bilen âlimlerimize göre “ikrah” kelimesi “zorlama” anlamından daha ziyade “tiksinme, iğrenme, baskı kurma” anlamlarına gelir. Bu da dinimizin, bütünüyle sevgi, barış, esenlik, dirlik ve düzenlik neşreden bir kaynak olduğunun işaretidir. Ayrıca namazlarımızda okuduğumuz kısa surelerden Kâfirûn suresinde, “…Sizin dininiz size, benim dinim de banadır…” buyrulur. Bunun anlamı İslâm imanı açısından kendine güvendir; Allah’ın yarattığı her fıtrattaki insana saygı ve gerektiğinde tahammüldür; yani çoğulculuktur ve Allah’ın “Rabbu’l-Müslimin” değil: “Rabb’ul-âlemîn” oluşunun apaçık bir tezahürüdür.
Bir toplumun Suflilikten kurtulup Ulviliğe yücelmesi topyekûn bir eğitim ve manevi kalkınma işidir. Rehber şahsiyetler, toplumun kanaat önderleri bu hale erişmiş olmalıdır. Balkanlar beş asırdan fazla bu saadetli iklimi yaşadı. Bugün hala Hıristiyan yıkımından kurtulabilmiş birkaç eserde bu güzelliği yaşıyoruz. Bulgaristan’ın Karadeniz kıyılarında cami, kilise, havra yan yana inşa edilmiş Osmanlı ibadethaneleri var. Ne yazık ki; kapitalist ekonomi ve özellikle kapitalist zihniyet geliştikçe toplumda; “köşeyi dönmek, malı götürmek ne pahasına olursa olsun servet sahibi olmak” gibi yanlış değerlendirmeler ve hükümler hâkim olmaya başladı. Cemiyetin varlıklı sınıfından bazılarının Bodrum sahillerindeki yatlarda verdikleri fotoğraflara bakınız. Sufliliğin bu kadar reklam edildiği bir toplumda ondan kurtulmak mümkün müdür? Suflilik Sufehâ kelimesi sefiller, alçaklar manasına gelir.
Merhum Atatürk çok sevdiği ve saydığı Neyzen Tevfik’i zarif bir mektupla Çankaya’ya davet eder. Akşam sofrada Neyzen’i karşısına oturtmuştur. Bir iki lokma yenilip kadehlerden birkaç yudum alındıktan sonra Gazi Paşa; “Üstadım, lütfetseniz biraz o güzel neyinizi dinlesek” der. Neyzen nısfiyeyi cebinden çıkarır, bu kalem inceliğindeki zarif neyden akıl almaz bir ihtişamlı musiki salonu doldurur ve yayılır. Ne yazık ki masanın sol ucunda oturan iki bakan mantıksız bir gevezelik içindedir. İkaz öksürükleri Ata’nın bakışları bunların dırdırına son vermez. Neyzen üflemeyi keser, karşısındaki büyük adama bakarak şu beyit’i ifade eder: “Nazarımda Sûfehanın saza meftun oluşu,/ Su içen merkebe ıslık gibidir” Sofrada buz gibi bir hava eser. Gazi Paşa ve Neyzen göz göze gelir, gizli bir tebessümle Neyzen’in haklılığında anlaşırlar. Demek ki, bir insanın yüksek rütbeli koltuklarda oturması onu sefillikten kurtaramıyor.

YENİSES: Sizce “Türk’ün Müslümanlık Anlayışı” nedir ve günümüzde her şeyden çok muhtaç olduğumuz “Kâmil İnsan” nasıl çözülecektir?

GÜNER: Türkün Müslümanlık anlayışı tek harfi değişmemiş olan Kur’an’da yer alan ilahi hükümler ve yüce Peygamberin İslâm’ı yaşayış ahlâkıdır. Ahmed-i Yesevi’nin izinden gelen Anadolu Evliyaları Türk’ün Müslümanlığını mayalamıştır. Ne yazık ki, zaman içerisinde yaşanan bazı olaylar sebebiyle yobazlar bizim Müslümanlık anlayışımızın üstüne taş ve toprak yığınları döktüler. Bu yaralı, çileli İslâm’ı bütün yobazca gayretlerden silkeleyip, kendi temizliği ve güzelliğiyle anlamak zorundayız. Kur’an’da yer alan dinimizi İmam-ı Azâm Ebu Hanife’nin ve aynı yolun yolcusu olan İmam Mâtûridî’nin gördüğü ve gösterdikleri şekilde anlamak zorundayız. İslâm dini velilerin imbiğinden süzülmüş Hacı Bektaş-ı Veli, Hz. Mevlana, Yunus Emre Türkün Müslümanlığına ufukları açmıştır. Bugün gerçeği görmek ve söylemek zorundayız. Türkiye’de Suudi Arabistan Vahabiliğine yollar açılıyor. Bu açılım dinin özünün ve şevkinin üstünü örtüyor; şekil, gayeye ve dinin aşkına yer vermiyor.
Hâlbuki din bir aşk işidir: “Gördüğüm bir, taptığım bir, sevdiğim bir” diyebilmek kolay değildir. Kur’an-ı Kerim, Yüce Peygamberin koyduğu dinin nasıl yaşanacağı ve uygulanacağını anlatan şeriat ile Hak Erenlerin yaşayış üsluplarında İslâm’ı nasıl hal edeceğimizi ve yaşayacağımızı görüyoruz. İşte bu noktada İmam Mâtûridî çok büyük önem kazanıyor. Sosyal olaylar emir komuta içinde yönlendirilemez. Sosyal iklimin kaynaklarını, pınarlarını açacaksınız. Ömrüm boyunca gittiğim her beldede oranın yöneticilerine o beldede yatan Veli’nin türbesine bir büyük levha üzerine hayat hikâyesini yazmalarını, ziyaretçilerin huzurunda bulundukları zatı tanıma imkânına kavuşturmalarını rica ettim. Ayrıca düşünce, fikir varsa şiirlerinden örnekler yazmalarını rica ettim. Kültür Bakanı olunca; hizmet sorumluluğu bakanlıkta olan türbelerin hizmetine koştuk. Ne yazık ki hükümet düştü.
İmam-ı Azâm Ebu Hanife ve onun yolundan giden İmam Mâtûridî’yi iyi tanımamız lazım. Diyanet İşlerine bu vadide büyük sorumluluk ve görev düşüyor. Bugün, İmam Eş’ari düşüncesi memleketi işgal etmek üzere… Diyanet, yayınlarla camilerden verilecek vaazlarla bir düşünce berraklığı sağlayabilir. Ayrıca Kur’an kursu hocaları kadın ve erkek olarak iyi bir eğitimden geçirilmelidir. Diyanetin izniyle yapılan her faaliyetin, İmam Mâtûridî’nin “sorumluluk bilincini”, “Allah’ın karşısında ezik ve edilgen değil etkin, şuurlu, yaratıcı ve üretici bireyi/insanı” esas alan öğretisine ne ölçüde uygun olduğu hususu dikkat ve hassasiyetle ele alınmalıdır. Kısaca Türk milletinin azîz mensupları, “dîni darlık”tan “gerçek dindar”lığa geçmelidir.
“Kamil İnsan” konusu tasavvuf kültürü ve idraki geliştikçe yaklaşacağımız bir güzelliktir. İnsan-ı Kâmil; insan müdrikesine namütenahi cüz’üler şeklinde dökülen külli varlığı, mana dolu bir vahdet halinde idrak edebilme keyfiyetini benliğine bütünü ile mal edebilmiş olan gerçek mutasavvıftır. “İyi güzel insanlar güzel atlara bindi ve gittiler” buyrulur. Ancak Allah’ın askeri çoktur. Rahmeti sonsuzdur. Kıyamete kadar açık olan bu kapı nice güzel insanı topluma gönderir. Yeter ki biz istemesini ve aramasını bilelim.

YENİSES: Türk insanının düşünce seviyesini nasıl yükselteceğiz?

GÜNER: Hiçbir toplum bir diğerini taklit ederek gelişemez. Sosyal yapısına uyan bazı kurumları alabilir, ancak bu konuda çok dikkatli olmak ve kültür uyumu sağlamasına özen göstermek gerekir. Gelişmiş ülkelerle aramızdaki açığın tarihi sebepleri var. Bunların başında bizim toplumuzun yeteri kadar üzerinde durmadığı Kuzey Amerika gümüşü ve Güney Amerika altınının Avrupa’ya sağladığı gelişmişlik farkı var. Büyük tarihçi Annalles tarih okulunun kurucusu Fernard Braudel 25 yıl İstanbul, Venedik, Londra, Madrid arşivlerinde çalışarak Osmanlıyı pek çok ekonomi konusunda beraat ettirdi. 50 bin ton altın 200 bin ton gümüş karşısında Osmanlı’nın yapabileceği çok şey yoktu. 1071 Malazgirt Zaferidir, 1072 Roma Konsülü toplanır, Papa’lık Türklere ambargo uygulaması kararını aldırır. Bu asırlarca kesintisiz devam eder. Ediyor. Türkiye’yi yönetenlerin çok iyi tarih bilmelerini, tarih şuuruna sahip olmalarını her zaman ifade ettim. Ne yazık ki, tarih şuurundan mahrum siyasi kadrolar Türkiye’ye çok zaman kaybettirdi. Kilise ve onun temsilcisi Avrupa bizi kan kaybettirecek işlerle meşgul kılmıştır. Ermeni isyanlarını besleyen ve başlatan onlardır. Asala olayları, PKK hep bu gayretin sonucudur. Bu halkaların isimleri değişebilir, ama ortak amaç ve karakterleri Türk’e kan kaybettirmektir. Atatürk’ün gününde milli ekonomiye ve kendi kendimize yetmeye çok büyük önem verilmiştir. İktisadi Devlet Teşekkülleri devletin sanayileşmede özel sektöre yol gösterdiği ülkenin hem iş gücünü eğiten, hem muhtaç olduğu temel malları sağlayan çok önemli teşebbüslerdi. Cumhuriyetin demiryolu politikası kuruluş döneminde büyük ağırlık taşıyordu. Lozan’da İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Corzon, İsmet Paşa’ya söylediği: “bugün istediklerinizi aldınız, ama yarın paraya ihtiyacınız olacak. Bizden para istemeye geldiğiniz zaman bugün verdiğimizin hepsini geri alacağız” sözü Cumhuriyeti kuran kadroların devamlı göz önünde tuttukları bir kırmızı ışık olmuştur. İsraftan dikkatle uzak durmak, azami tasarrufla hem dış borçları ödemek ve hem de yatırım yapmak Cumhuriyetin ekonomi politikasının temel dikkatlerinden birisi olmuştur.
Türk insanının düşünce seviyesini geliştirmek toplumda öncelikle tasavvuf kültürünü yaymakla mümkündür. Liseler mantık ve felsefe derslerine ağırlık vermelidir. Fransa’da De Gaulle’nin yaptığı eğitim reformlarıyla her okula ekonomi ve matematik dersi konmuştur. Bu kural fakülteler için de geçerlidir. Türkiye’de uydurma dille yazılmamış eserler okunuyor ve anlaşılıyor. (?) Devlet bu tip yayınlara destek vererek uydurmacılığın önüne geçmelidir. Televizyon okumayı unutturan bir alet oldu.
Çocuklar ve gençler kitaptan uzaklaştı. Bunların hepsinin çaresi ve tedbiri var. Bu tedbirleri alan ülkelere bakarak kendimize sağlıklı bir rota çizebiliriz.

YENİSES: Türk Dünyası ve İslam Ülkeleri Birliğini nasıl sağlayacağız?

GÜNER: Önce İslâm Ülkeleri Birliği kavramını ele alalım. İslâm Ülkelerinin hali İsrail Filistin’i perişan ederken, mahvederken görüyorsunuz; tam bir vurdumduymazlık halidir. ‘Petrol üreticisi Müslüman ülkeler artık paranın dışında bir değer tanımıyorlar’ demek aşırı bir itham değildir. Türkiye’ye gelen bir petrol zengini şeyhin (?) bir oteli kapatıp, otelin içine çadır kurup, dört kadınıyla tatil yaptığını gördük. O bu sapık zevkleri yaşarken Gazze’de taş üstüne taş kalmadı. Müslümanlık bunun neresinde?
Ben İslâm Birliğini birkaç Müslüman devletle ciddi işbirliği yapmanın ötesinde hayal görüyorum. Türk Dünyasının birliği çok daha şuurlu bir hareket olarak karşımızda durmaktadır. Ancak fazla zaman kaybettik. Alfabe birliğini sağlayamadık. Ortak projeleri geliştiremedik. Benim sorumluluk taşıdığım dönemde Ticaret Bakanıyken, İslâm konferansını Sayın Nevzat Yalçıntaş’ın da iştirakiyle biz topladık. İran’a beş defa gittim. Bizden bir gram mal almadılar. Bulgar koyunu, İtalyan fasulyesi, Yunan soğanını tercih ettiklerini beyan ettiler. Irak’la ilişkilerimizi bir ölçüde geliştirdik. Merhum Kaddafi’yle çok verimli projeler geliştirildi. Kültür Bakanı olduğum zaman mutlu bir tesadüfle bir hafta dolmadan Türksoy’u topladık. Alfabe Birliği daha önce başlatılmış olan öğrenci değişimi projeleri ortak bir nakliye şirketi ve benzeri pek çok proje hükümetin basiretsizce düşürülmesi sebebiyle yarım kaldı. 1977 yılında aktif politikaya girdiğim zaman Ticaret Bakanlığı Müsteşarlığından geliyordum. Hükümetimiz düşünce Müsteşarlık ve Ticaret Bakanlığı tecrübe birikimimle Strazburg’da Avrupa Parlamentosu Bütçe Komisyonu Başkanı oldum. Bütçe Komisyonu Başkanlığı konsey üyesi ülkelerin Başbakanlarıyla tanışma ve konsey bütçesi üzerinde müzakere imkânını verdi. 1980 Darbesinden sonrada İktisadi Kalkınma Vakfı’nda odalar birliğini fahri olarak temsil ettim. Bu bana Avrupalı devlet adamlarının Türkiye hakkında neler düşündüklerini bildiğim için sağlıklı bir çalışma zemini verdi. Eski Fransız Başbakanı Reymond Barre’nin Paris’te Türk heyetine ifade ettiği gibi: “Dış ticaret hacminizi 500 milyar doların üstüne çıkarın, fert başına geliriniz de 15 bin doları aşsın Avrupa Birliğinin yolu size açılacaktır”. İşte gerçek budur. Türkiye bu rakamlara ulaşır, ancak israftan kurtulmuş verime geçmiş şuurlu bir demokratik planlama ile… Özel sektör için yol gösterici, kamu kesimi için emredici bir planlama ile bu ancak başarılabilir.

YENİSES: Basın kurumumuz nasıl millileşir?

GÜNER: Toplumun bünyesindeki kurumlar birleşik kaplar gibidir. Birbirleriyle alışveriş halindedirler. Basın da bunlardan birisidir. Basındaki yanlışlar basındaki doğrularla çözülecektir. Kesekâğıdı dâhil Avrupa’nın en az kâğıt kullanan ülkesi olmaktan çıktığınız zaman bu işi çözmenin yolu kendiliğinden açılacaktır.

YENİSES: Dergimiz hakkındaki duygu ve düşüncelerinizi de alabilir miyiz?

GÜNER: YENİSES Dergisi yıllardır büyük bir azim, irade ve fedakârlıkla sevgili Osmaniye’de hazırlanıyor. Neşriyatınızı bazı sayılarda hayran kalarak okuduğumu söylemek isterim. Yıllardır mürekkep ve kâğıt kokusunun aşinası olan bir insan olarak bu işin güçlüklerini biliyorum. Bu sebeple de Derginize uzun ömürler diliyor, ekibinizin gayret ve fedakârlığının daim olmasını niyâz ediyorum. İmtiyaz Sahibi Hasan Bölük Beyin şahsında YENİSES Ailesini kutluyorum. Aile Reisine saygılarımı ve efradına sevgilerimi sunuyorum.


Röportaj: Mehmet AKSOY